St. Vincent, Theodore Melfi'nin yönetmenlik koltuğunda oturduğu yürek ısıtan bir komedi filmi. Yapım, 102 dakikalık izlenim keyfi süresince hayatın zorluklarına karşı güler yüzle cevap verebilmeyi öğütlüyor seyircisine. Baş rollerinde Bill Murray (Vincent), Melissa McCarthy (Maggie), Naomi Watts (Daka) ve Jaeden Lieberher (Oliver) yer aldığı yapım, dramın komedi ile buluştuğu enfes bir örnek! Gerek sağlam oyuncu kadrosu gerekse de hikayenin işleniş başarısı ile kaçırılmaması gereken, başarılı bir film St. Vincent. Aksi, ukala, pis ve yaşlı bir adamın küçük bir çocuğa bakıcılık yapma kararı ile değişen hayatı ve ardından gelişen eğlencelik olayları ile yapım, izleyicisini kendisine bağlamaktan da geri kalmıyor. İzlerken yüreğinizi ısıtacak olan bu filmi sakın kaçırmayın! Ve Bill Murray'in filmin bitişi ile başlayan cast akışı esnasındaki müzik performansı ise takdire şayan doğrusu...
Valhalla Rising, 2009 yılında Nicolas Winding Refn'in yönetmenliği ile beyaz perdedeki yerini alıyor. Baş rolünde son dönemlerin adından çokça söz edilen dizisi Hannibal'daki Dr. Hannibal Lecter rolü ile dikkatleri üzerine çeken usta aktör Mads Mikkelsen (One Eye) ile birlikte Maarten Stevenson (The Boy - Pagan) ve Alexander Morton (Barde - Pagan) yer alıyor. Farklı bir çekim tekniği var yapımın. Orası kesin! Hikaye anlatış yöntemi ise alışılmışın bir hayli dışında. Bir sinema filminde görülmesi oldukça zor olan kendi içerisinde ayrı bölümleri ve sub-hikayeleri barındıran temel bir bütünü çağrıştırıyor adeta. Aslında dikkatli izleyiciler için enfes bir baş yapıt Valhalla Rising. One Eye adlı dilsiz bir savaşçının yanı sıra, misyonerlik görevi yürüten Hristiyan barbarlarının eski tanrılara karşı olan mücadelesine tanıklık ediyoruz bu yapımda. Çokça eleştiri var Valhalla Rising'de. Ağır bir film; uyarmadı demeyin. İzleyenlerinin çoğu filmi övgüleri ile göklere çıkarırken, basit bir aksiyon filmi arayanların da yerin dibine geçirdiği aşırı uçları da içerisinde barındıran ve bana kalırsada oldukça başarılı bir baş yapıttır derim. İzleyin ya da hazır olduğunuza inanana kadar listenizde ki yerini korumasını bekleyin. Karar sizlerin! Ama bana kalırsa, açık fikirliliğinizle birlikte, izleyin izletin...
The Riot Club, İngiliz Oyun Yazarı Laura Wade'in 2010 yılında kaleme almış olduğu Posh adlı oyunundan beyaz perdeye aktarılıyor. Toplamda 107 dakikalık bir izlenim keyfine sahip olan yapımın yönetmenlik koltuğunda ise Lone Scherfig oturuyor. Baş rollerinde Sam Claflin (Alistair Ryle), Max Irons (Miles Richards), Douglas Booth (Harry Villiers)'ın yer aldığımı yapım, tek kelime ile sinir bozucu. Belki de 2014'ün en iyileri arasında yer almıyor ama yine de izlenmeye değer bir yapım, orası kesin! Bu zengin, para tutkusu ile yozlaşmış olan çocukların şımarıklıklarını izlemeye hazır mısınız? Dünyanın en eski üniversitesine sahip olma özelliği ile birlikte hikayemiz İngiltere'nin Oxford kentinde geçiyor. Sizinle beraber 20 bin öğrencinin daha eğitim gördüğü, dünyanın en saygın okullarından birisinde yer alan en ayrıcalıklı 10 kişinin kabul edildiği bu özel isyan kulübüne davet edilseydiniz eğer, siz ne yapardınız? Oyunculuklar, mekanlar ve çekim kalitesi değil bu yapımı konuşturan. Aristokrat geleneğinden gelen gençlerin, zenginleşme tutkusu ile yozlaştırdığı yapının, en çarpıcı yönleri ile izleyicilerin karşısına çıkarılmasında yatıyor bu başarısı. Bitimi ile izleyenlerini büyük bir açmazın içerisine sürükleyen, dünyanın içerisinde döndüğü çarkların yoldan çıkan dişlilerinin asla yeniden yerli yerine oturtulamayacağı gerçeğini büyük bir soğuk kanlılıkla kabul ettiren bu yapımı, sakın kaçırmayın derim...
Marvellous İngiliz Kamu Yayıncılığı Kanalı BBC Two tarafından 25 Eylül 2014 tarihinde yayınlanan, 90 dakikalık bir televizyon filmidir. Drama dalında izleyenlerinin karşısına çıkan yapımda İngiltere Premiere Ligi'nin efsanevi takımlarından Stoke City (The Potters - Çömlekçiler)'nin eşyalarından sorumlu, takma adı ile Nello olan Neil Baldwin'in hayatı anlatılmaktadır. Baş rollerinde Toby Jones (Neil Baldwin), Gemma Jones (Mary) ve Tony Curran (Lou Macari)'nın yer aldığı yapımda aynı zamanda aktörlerin canlandırdığı gerçek karakterleri de zaman zaman görmek mümkün oluyor. Öylesine şahane bir drama ki, keşke hiç bitmeseydi diyorsunuz. Farklılığı ile modern insanlar arasında kendisine korunaklı bir yer edinmeye çalışan sıradışı bir insanın hayat hikayesine konuk oluyoruz. Stoke City'nin maskotluğu da dahil resmi oyunculuğunu da yapan Neil Baldwin aynı zaman da kayıtlı bir palyaço, Keele Üniversitesi'nin onur mezunu, kendi adı ile kurduğu futbol takımının kaptanı, yöneticisi ve teknik direktörüdür de... :) Hiç düşünmeyin, açın ve bu adı gibi harikulade olan yapımı bir solukta izleyip bitirin. Dip not olarak düşmekte fayda görüyorum: Filmin ardından Stoke City taraftarı olmanız da kuvvetle muhtemeldir, sonra da demedi demeyin...
Whiplash 2014 yılının belki de en iyilerinden! Cazın öfkesine tanık olmaya hazır mısınız? Soluksuzca izlenen 104 dakikalın enfes bir yapım olmuş Whiplash! Yönetmenlik koltuğunda Damien Chazelle'nin oturduğu yapımın baş rollerinde ise Miles Teller (Andrew), J.K. Simmons (Fletcher) ve Melissa Benoist (Nicole) yer alıyor. Efsane olmaya hazır mısın? Bu yolda ne kadar ileriye gidebilirsin? Baskıcı, sosyopat ve nevrotik müdahalelerin sınırlarında gezen, tehlikeli bir orkestra şefi. Ve genç, başarılı, gelecek vaat eden oldukça hırslı bir baterist! Cazın saf ve temiz dünyasına şaşkınlık içerisinde kalarak adım atacağımız bu yapımı sakın kaçırmayın! Temponu asla düşürme! Son sahnesi ile izleyenlerinin zihnine kazınan Whiplash'ın ödüllere doymayacağını söylemek için de her ne kadar erken olsa dahi, ben bu konuda iddialıyım. Arkanıza yaslanıp bu enfes caz şöleninin tadını çıkarın...
The Bang Bang Club 2011 yılında Güney Afrika tarafından yaşanmış hikayelere dayandırılarak beyaz perdeye aktarılmış olan bir drama filmidir. Toplamda 106 dakikalık bir izlenim keyfine sahip olan The Bang Bang Club'ın yönetmenlik koltuğunda Steven Silver oturmakta. Hikayenin baş kahramanları arasında yer alan Greg Marinovich ve João Silva'nın oto biyografilerine dayandırılan yapımın baş rollerinde ise Ryan Phillippe (Greg Marinovich), Malin Akerman (Robin Comley), Taylor Kitsch (Kevin Carter), Neels Van Jaarsveld (João Silva) ve Frank Rautenbach (Ken Oosterbroek) yer alıyor. Kevin Carter, Greg Marinovich, Ken Oosterbroek ve João Silva adlarındaki dört savaş foto-muhabirinin 1990 ve 1994 yılları arasında Güney Afrika'da yaşanan iç savaş esnasında başlarından geçen olayların anlatıldığı yapım tek kelime ile çarpıcı. Zor bir meslek şu gazetecilik. Hele ki savaş gazeteciliği, gerçekten de cesaret isteyen bir yaşam oyunu. Güney Afrika'nın sancılı dönemlerinin ele alındığı yapım, gazetecilik ahlakına da yakın bir bakış açısı sağlıyor. Üzerlerinde taşıdıklarının yalnızca pahalı kameralar olmadığının farkında olan bu cesur insanların hayat hikayelerine tanıklık etmek için eşsiz bir yapım The Bang Bang Club. Her gazetecinin en az bir kez izlemiş olması gereken bu yapımı kaçırmayın derim...
Winter Sleep, Kış UykusuNuri Bilge Ceylan'ın yönetmenliği ile 2014 yılında vizyona giren Türkiye, Almanya ve Fransa ortak yapımı 196 dakikalık bir dram filmidir. Kış Uykusu'nun baş rollerinde Haluk Bilginer (Aydın), Melisa Sözen (Nihal) ve Demet Akbağ (Necla) yer alıyor. Türk Sinema tarihinde ilki 1982 yılı Yılmaz Güney'in Yol filmi olmak üzere kazanılan Cannes Film Festivali Altın Palmiye Ödülü, ikinci kez ise geçtiğimiz yıl Nuri Bilge Ceylan'ın Winter Sleep adlı bu çalışmasına layık görüldü. Film hakkında yoruma girmeden söyleyebileceklerim bu kadar. Bu kısımdan sonrası ise bir hayli ağır eleştiri içermektedir, okuyanlara uyarımdır. Öncelikle olumlu taraflarından başlayalım; görsellik muazzam! Görüntü kalitesi gerçekten de filmin her anının ayrı bir fotoğraf karesi olmasını sağlamış. Ayrıca oyunculukların önünde şapka çıkarmak gerekiyor. Özellile Haluk Bilginer'in başarılı oyunculuğu, sanırım bu filmin adının bu denli duyulmasından oldukça etkili. Ve aklıma kazınan öyle bir sahne var ki, izleyenler de bana hak verecektir. Kızgın tayın yakalandığı an ve suda ki o çırpınma dakikaları, insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor. Son olarak ise filmin çekimlerinden kullanılan yaratıcı tekniklerden oyunculuklara kadar çok büyük bir emeğin olduğu su götürmez bir gerçekliktir. Gelelim olumsuz taraflarına... O kadar fazla ki, teknik anlatıma kaçmadan eleştirmek bazı söylemlerin havada kalmasına neden olacaktır ama dileyen, dilediği gibi yorumlayabilir bu yazıyı da. Ne de olsa, özgür bir ülkedeyiz!!! Karakterler arası diyaloglar 3-4 dklık akıcı bir şekilde kurgulanmalıdır. Fakat Nuri Bilge bu filmde nerede ise yarım saate yakın süren iç bulandırıcı, ağır aksak, cımbızla seçilmişçesine yerleştirilmiş olan akıl yoksunu o kadar diyalog vermiş ki, insan filmi bir an önce bitirip de kurtulayım diyor. Karakterler o kadar silik anlatılmış ki, insan doğrusu Aydın'ın haricinde hiç bir karaktere odaklanamıyor. Kendini karakterlerin yerine koyup da sinemanın anlatım amacına dair bir beklenti içerisine dahi giremiyor. Her şey garip bir pus içerisinde eriyip gidiyor adeta. Öyle ki baş rol oyuncularından Demet Akbağ'ın canlandırdığı Necla karakterine ne oluyor, nereye gidiyor, ölüyor mu kalıyor mu, sanırım Nuri Bilge önemsememiş ve silip atmış bu karakteri. Ve süresi; karakter çatışmalarını, toplumdan soyutlanan bireylerin kendilerine ve hayatlarına bu denli yabancılaşmalarını inceleyen bu yapım aşağı yukarı 1 saatte de sunulabilirdi. Ve gayet de hoş olabilirdi... Gelin görün ki yapımın uzunluğu tamı tamına 3 saat 16 dakika! Kaba etlerinize dayanma gücü lazım. Velhasıl, silik karakterler, iç bulandıran, romanlık diyemem çünkü akıl yoksunu olan ağır aksak uzun diyaloglar, kopuk hikaye örgüsü, uzun uzadıya gerilen ve kopma noktasına kadar sürüklenen geçiş anları, bas bas bağırıyor: Ben bir sanat filmiyim diye! Herkes anlayamaz, o yüzden biz politik görüşlü akıllı enteller oturalım, elit bir hava içerisinde, çamurdan, toprak kokusundan, yapımda yer alan bozkır vurgusunun aksine, toplumdan uzak ferah bir hava içerisinde, kendi kedimize bu filmi alkışlayıp duralım. İzleyin diyemiyorum, izlemeyin de diyemiyorum; bu kadar eleştiriden sonra, artık karar sizin...
Oldukça etkileyici bir hikaye. Tek kelime ile çarpıcı! James Marsh'ın yönetmenlik koltuğunda oturduğu The Theory of Everything, Her Şeyin Teorisi 123 dakikada çağımızın belki de Einstein'den sonra en başarılı teorik fizikçisi olarak anılması gereken eşsiz deha Stephen Hawking'in biyografisini başarılı bir şekilde izleyici ile buluşturuyor. Baş rollerinde Eddie Redmayne (Stephen Hawking), Felicity Jones (Jane Hawking) ve Harry Lloyd (Brian)'ın yer aldığı yapım, gerçekten de dört dörtlük bir anlatıma sahip. Stephen Hawking'in 20'li yaşları ile başlayan hikaye, Stephen ile Jane arasındaki büyüleyici birlikteliği de tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor. Başarılı bir deha olan Stephen'ın hayatı ne yazık ki 21 yaşında teşhis konulan ALS hastalığı ile bir anda altüst olmuştur. Jane'in kendisine olan bu büyüleyici bağlılığı ile hayata tutunan Stephen, tüm vücudunun kontrolünü kaybetse dahi, kendisine eşsiz becerisini kazandıran zihninin keskinliğinden hiç bir şey kaybetmeyecektir. Her ne kadar kendisine iki yıl yaşam süresi biçilmiş olsa dahi, hali hazırda 72 yaşında olan ve çalışmalarına hızla devam eden Stephen Hawking'in bu başarılı biyografisi izlenmeye ve izletilmeye değer. Zamanı en başa sarsaydık ne olurdu? O herşeye yeten ve muktedir teoriye sahip olsaydık, Tanrı'ya artık ihtiyacımız kalır mıydı dersiniz?